En vahşi hayvanlar dahi karnını doyuran bir avdan sonra asla yeni bir avın peşinde olmaz. Şu zalim insana bakın! Nasıl da kasılıyor, gözünü kırpmadan canlarına kıyıp önüne yığın yaptığı kendisinden güçsüz mü güçsüz keklik ve bıldırcın avlarıyla! Elinden gelse hasadı yapılmış ekin tarlalarında tek bıldırcın, susuz tepelerde tek bir keklik bırakmayacak.
Cihanşümul dinlerde de genelde benzer hedefler olmakla birlikte, bilhassa mütekamil ve son mesaj İslam dininin 3 temel hedefi vardır: Bedeni, ruhu ve zihni tekamülün zirvesine çıkarmak. Bunun için yüce yaratıcı, tıpkı bir dağın zirvesine yol alan dağcının yanında bulunması gereken ekipmanlar gibi araçlar vermiştir insana; ve insan, zirve yolunda bu araçları kullanmak zorundadır. Duyu adı verilen bu araçlardan biri görmektir. Dikkat edin, bakmak değil, görmek. Onun için atalarımız körlük ile görmemek arasında adeta bir fark görmeyerek, baktığı halde göremeyenlere “bakar kör” demişlerdir.
Görmek, dokunmak, dinlemek bilgi edinmenin temeli olduğu için o kadar ısrarla anılır ki yüce kitabımızda… Sonra adeta şöyle denir ve aynı zamanda bu, şiddetle uyaran bir tehdittir: Görmüyor musun? Duymadın mı? O zaman….
Zirve yolunda kuraldır, önden gidenler arkadan gelenlere tehlikeyi yüksek sesle çağırarak ya da başka bir yolla haber verirler. Örneğin “Taş geliyoooor!” diye seslenir. Aşağıdaki, “yok canım!” deme akılsızlığına ya da göz ardı etme aptallığına düşemez, düşmemelidir. Öyle yaparsa… Sonucunda ne olacağını demeye gerek yok sanırım.
Yaratıcının koyduğu tabiat yasalarının hepsi insanın sadece maddi evreni için değil manevi evreni için de geçerlidir ve manevi evrenin de maddi dünyadakine benzer yasaları vardır. Çok temel bir ilkedir: Hayırdan hayır, şerden de şer çıkar. Kim zerre kadar bir hayır yapmışsa karşılığını, kim de zerre kadar bir şer işlemişse karşılığını hem maddi dünyasında hem de manevi dünyasında eksiksiz olarak görür, ama bir gün sonra, ama on yıl sonra, ama kendisine verilen nefesler tükendikten sonra.
İşte bu ve benzer öğretiler çerçevesinde çok sağlam bir öğrenme ortamında yaşamış olan atalarımız tabiatla aralarına sınır koymamışlar, her zaman kendilerini onun bir parçası olarak görmüşler, bu duyarlılığı da somutlaştırmışlardır. Örneğin; Peygamberimizin hadislerinden hayvanlara iyi davrananların cennete, kötü davrananların cehenneme gideceği anlamını çıkararak, “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” emri gereği insanlara nasıl davranıyorlarsa hayvanlara da öyle davranmışlar ve emsalsiz insanlık örnekleri sergilemişlerdir. Bu yüzden Osmanlı mimarisinin en önemli özelliklerinden biri kuşların hem barınmalarını hem de susuz kalmamalarını sağlamak için evlerin dış duvarlarının en uygun bir yerine kuş evleri, kuş yalakları inşa etmek, kedi ve köpek gibi hayvanların istifade etmesi için de yine sokakların uygun yerlerine yalaklar, çanaklar koymak olmuştur.
Müslüman Türkler için adeta doğal olan bu tavır Osmanlı şehirlerine gelen batılılar için şaşkınlığı mucip bir gözlemdi ve hatıratlarında bunları hayretle dile getirirler. 17. yy'ın sonunda 9 ay memleketimizde kalan bir batılı Jean Thevenot anılarında demektedir ki, “Ölen bazı insanlar haftada birkaç kez sokak hayvanlarını beslemek üzere miraslarından pay ayırırlar ve paralarını bu amaçla kullanmak üzere sadakatli, dindar fırıncı ve kasaplara emanet ederlerdi.”
Sadece kuşların konaklama yerlerine yem bırakan vakıflar değil, aynı zamanda yaralanıp göçten kalan göçmen kuşların tedavi edilmesi için vakıflar, özellikle kış aylarında onları beslemek için darı vakıfları bile vardı ve elbette esaretin, köleliğin her türlüsüne karşı Müslüman Türkün bir adeti de kuş pazarlarına gidip kuşçulardan satın aldıkları kuşları azat etmekti.
Ahmet Haşim daha 19. yy.'da Bursa'da leyleklerin tedavi edildiği Gurabahane-i laklakan adında bir kuş hastanesinden bahseder. Bu hastane günümüzde Osmangazi Belediyesi'nin desteğiyle yeniden açılmış ve veteriner hekimler de belli günler buraya gelip hasta hayvanları tedavi çalışmasına katılmaktadırlar. Büyük bir ticaret merkezi olan Haffaflar Çarşısı'nın tam ortasında sakat ve yaşlı kuşların barındırılıp beslendiği bir alan da bulunuyordu.
Avcılık caizdi elbette ancak, ihtiyaç halinin dışında asla tavsiye edilmemiştir. Ağustos, eylül ve ekim aylarında Erciyes yaylalarında, tepelerinde hiç susmayan tüfek sesleri, hangi muhtacın ihtiyacını karşılamaktadır acaba? Ve ne oldu da karıncayı incitmemek için yere bakarak yürüyen ataların çocukları hoyratça atılan her saçmanın yüzlerce, belki binlerce ruhu yaralamasından haz alır hale geldiler.
Zevk için hayvanlar aleminden bir cana zarar vermenin Türk-İslam kültüründe izahı yoktur. Bu yüzden sadece insana değil hayvanlara da zulmetmeyi asla aklından geçirmeyen Müslüman Türkler haşerat nevinden varlıkları yok etme konusunda da hassasiyet göstermişlerdir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de cihan hükümdarı Kanuni ile Şeyhülislam Ebussuud arasında geçen zarif yazışmadır. Hükümdar, edipçe ve edeplice, ağaçlara zarar veren karıncaları öldürmenin hükmünü sorar hocasına:
Meyve ağaçlarını sarınca karınca
Günah var mı karıncayı kırınca?
Hocası Ebussuud da soruyu aynı zerafetle şöyle cevaplar:
Yarın Hakk'ın divanına varınca
Süleyman'dan hakkın alır karınca.
Mesele insana gelince, şartlar ne olursa olsun, her çağda baki bir hüküm olmak üzere, bir insan canını haksız yere almak, alınmasına sebep olmak, zulümlerin en büyüklerinden görülmüş, tüm insanlığı katletmekle eş tutulmuştur. Çünkü bir insan başlı başına bir evrendir. Can almayı bırakın, kalp kırmak bile insanı küfre götürecek kadar tehlikelidir. Onun için büyük Mevlana demiştir ki: “Ey hoca, al eline şu baltayı git Kabe'yi yık; ama sakın ha! İnsanı kırma. Allah'ın Kabe'si mü'minin kalbidir.
Şimdi başımızı iki elimizin arasına alıp Müslümanların yaşadıkları çevrelerde içlerinde bulundukları hayatı bir tefekkür edelim. Bir şeyleri görüp daha yukarı çıkma adına, bedenimizi, ruhumuzu ve zihnimizi daha kaliteli hale getirmek için beraberimizdeki lütuflardan yararlandık mı? Yukarılardan gelen uyarılara kulak astık mı? Ne mutlu bize! Güvenle yolumuza devam edebiliriz.
Uyarıları umursamadığınız halde taşın size çarpmamasını da bir lütuf olarak görmeli, yaşanılan her anı bahşedilen bir fırsat olarak değerlendirmelidir. Görmezden ve bilmezden mi geliyorsunuz? Üstelik onca nimete rağmen şükretmemekle kalmayıp bir de zulme mi başladınız? Siz bilirsiniz, seçim tamamen sizindir. İşte bu kadar nettir, teklif de hayat da.
Anasayfa
Yazarlar
PROF. DR. ALİ ÇAVUŞOĞLU
Yazı Detayı
Bu yazı 656+ kez okundu.
Erciyes'in Kanatları-3
En vahşi hayvanlar dahi karnını doyuran bir avdan sonra asla yeni bir avın peşinde olmaz. Şu zalim insana bakın! Nasıl da kasılıyor, gözünü kırpmadan canlarına kıyıp önüne yığın yaptığı kendisinden güçsüz mü güçsüz keklik ve bıldırcın avlarıyla! Elinden gelse hasadı yapılmış ekin tarlalarında tek bıldırcın, susuz tepelerde tek bir keklik bırakmayacak. Cihanşümul dinlerde de genelde benzer hedefler olmakla birlikte, bilhassa mütekamil ve son mesaj İslam dininin 3 temel hedefi vardır: Bedeni, ruhu ve zihni tekamülün zirvesine çıkarmak. Bunun için yüce yaratıcı, tıpkı bir dağın zirvesine yol alan dağcının yanında bulunması gereken ekipmanlar gibi araçlar vermiştir insana; ve insan, zirve yolunda bu araçları kullanmak zorundadır. Duyu adı verilen bu araçlardan biri görmektir. Dikkat edin, bakmak değil, görmek. Onun için atalarımız körlük ile görmemek arasında adeta bir fark görmeyerek, baktığı halde göremeyenlere “bakar kör” demişlerdir. Görmek, dokunmak, dinlemek bilgi edinmenin temeli olduğu için o kadar ısrarla anılır ki yüce kitabımızda… Sonra adeta şöyle denir ve aynı zamanda bu, şiddetle uyaran bir tehdittir: Görmüyor musun? Duymadın mı? O zaman…. Zirve yolunda kuraldır, önden gidenler arkadan gelenlere tehlikeyi yüksek sesle çağırarak ya da başka bir yolla haber verirler. Örneğin “Taş geliyoooor!” diye seslenir. Aşağıdaki, “yok canım!” deme akılsızlığına ya da göz ardı etme aptallığına düşemez, düşmemelidir. Öyle yaparsa… Sonucunda ne olacağını demeye gerek yok sanırım. Yaratıcının koyduğu tabiat yasalarının hepsi insanın sadece maddi evreni için değil manevi evreni için de geçerlidir ve manevi evrenin de maddi dünyadakine benzer yasaları vardır. Çok temel bir ilkedir: Hayırdan hayır, şerden de şer çıkar. Kim zerre kadar bir hayır yapmışsa karşılığını, kim de zerre kadar bir şer işlemişse karşılığını hem maddi dünyasında hem de manevi dünyasında eksiksiz olarak görür, ama bir gün sonra, ama on yıl sonra, ama kendisine verilen nefesler tükendikten sonra.İşte bu ve benzer öğretiler çerçevesinde çok sağlam bir öğrenme ortamında yaşamış olan atalarımız tabiatla aralarına sınır koymamışlar, her zaman kendilerini onun bir parçası olarak görmüşler, bu duyarlılığı da somutlaştırmışlardır. Örneğin; Peygamberimizin hadislerinden hayvanlara iyi davrananların cennete, kötü davrananların cehenneme gideceği anlamını çıkararak, “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” emri gereği insanlara nasıl davranıyorlarsa hayvanlara da öyle davranmışlar ve emsalsiz insanlık örnekleri sergilemişlerdir. Bu yüzden Osmanlı mimarisinin en önemli özelliklerinden biri kuşların hem barınmalarını hem de susuz kalmamalarını sağlamak için evlerin dış duvarlarının en uygun bir yerine kuş evleri, kuş yalakları inşa etmek, kedi ve köpek gibi hayvanların istifade etmesi için de yine sokakların uygun yerlerine yalaklar, çanaklar koymak olmuştur.Müslüman Türkler için adeta doğal olan bu tavır Osmanlı şehirlerine gelen batılılar için şaşkınlığı mucip bir gözlemdi ve hatıratlarında bunları hayretle dile getirirler. 17. yy'ın sonunda 9 ay memleketimizde kalan bir batılı Jean Thevenot anılarında demektedir ki, “Ölen bazı insanlar haftada birkaç kez sokak hayvanlarını beslemek üzere miraslarından pay ayırırlar ve paralarını bu amaçla kullanmak üzere sadakatli, dindar fırıncı ve kasaplara emanet ederlerdi.”Sadece kuşların konaklama yerlerine yem bırakan vakıflar değil, aynı zamanda yaralanıp göçten kalan göçmen kuşların tedavi edilmesi için vakıflar, özellikle kış aylarında onları beslemek için darı vakıfları bile vardı ve elbette esaretin, köleliğin her türlüsüne karşı Müslüman Türkün bir adeti de kuş pazarlarına gidip kuşçulardan satın aldıkları kuşları azat etmekti.Ahmet Haşim daha 19. yy.'da Bursa'da leyleklerin tedavi edildiği Gurabahane-i laklakan adında bir kuş hastanesinden bahseder. Bu hastane günümüzde Osmangazi Belediyesi'nin desteğiyle yeniden açılmış ve veteriner hekimler de belli günler buraya gelip hasta hayvanları tedavi çalışmasına katılmaktadırlar. Büyük bir ticaret merkezi olan Haffaflar Çarşısı'nın tam ortasında sakat ve yaşlı kuşların barındırılıp beslendiği bir alan da bulunuyordu. Avcılık caizdi elbette ancak, ihtiyaç halinin dışında asla tavsiye edilmemiştir. Ağustos, eylül ve ekim aylarında Erciyes yaylalarında, tepelerinde hiç susmayan tüfek sesleri, hangi muhtacın ihtiyacını karşılamaktadır acaba? Ve ne oldu da karıncayı incitmemek için yere bakarak yürüyen ataların çocukları hoyratça atılan her saçmanın yüzlerce, belki binlerce ruhu yaralamasından haz alır hale geldiler. Zevk için hayvanlar aleminden bir cana zarar vermenin Türk-İslam kültüründe izahı yoktur. Bu yüzden sadece insana değil hayvanlara da zulmetmeyi asla aklından geçirmeyen Müslüman Türkler haşerat nevinden varlıkları yok etme konusunda da hassasiyet göstermişlerdir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de cihan hükümdarı Kanuni ile Şeyhülislam Ebussuud arasında geçen zarif yazışmadır. Hükümdar, edipçe ve edeplice, ağaçlara zarar veren karıncaları öldürmenin hükmünü sorar hocasına: Meyve ağaçlarını sarınca karınca Günah var mı karıncayı kırınca?Hocası Ebussuud da soruyu aynı zerafetle şöyle cevaplar:Yarın Hakk'ın divanına varınca Süleyman'dan hakkın alır karınca.Mesele insana gelince, şartlar ne olursa olsun, her çağda baki bir hüküm olmak üzere, bir insan canını haksız yere almak, alınmasına sebep olmak, zulümlerin en büyüklerinden görülmüş, tüm insanlığı katletmekle eş tutulmuştur. Çünkü bir insan başlı başına bir evrendir. Can almayı bırakın, kalp kırmak bile insanı küfre götürecek kadar tehlikelidir. Onun için büyük Mevlana demiştir ki: “Ey hoca, al eline şu baltayı git Kabe'yi yık; ama sakın ha! İnsanı kırma. Allah'ın Kabe'si mü'minin kalbidir. Şimdi başımızı iki elimizin arasına alıp Müslümanların yaşadıkları çevrelerde içlerinde bulundukları hayatı bir tefekkür edelim. Bir şeyleri görüp daha yukarı çıkma adına, bedenimizi, ruhumuzu ve zihnimizi daha kaliteli hale getirmek için beraberimizdeki lütuflardan yararlandık mı? Yukarılardan gelen uyarılara kulak astık mı? Ne mutlu bize! Güvenle yolumuza devam edebiliriz. Uyarıları umursamadığınız halde taşın size çarpmamasını da bir lütuf olarak görmeli, yaşanılan her anı bahşedilen bir fırsat olarak değerlendirmelidir. Görmezden ve bilmezden mi geliyorsunuz? Üstelik onca nimete rağmen şükretmemekle kalmayıp bir de zulme mi başladınız? Siz bilirsiniz, seçim tamamen sizindir. İşte bu kadar nettir, teklif de hayat da.
Ekleme
Tarihi: 19 Aralık 2015 - Cumartesi
Erciyes'in Kanatları-3
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.