PROF. DR. ALİ ÇAVUŞOĞLU
Köşe Yazarı
PROF. DR. ALİ ÇAVUŞOĞLU
 

ÇEVRE VE KÜLTÜRE DAİR

AĞAÇ üzerine İnsanoğlunun cennetle dünya arasındaki ilişkisinin düğüm noktalarından biridir ağaç. Ağaçsız bir cennet düşünülebilir mi? Elbette hayır. Ya ağaçsız bir cehennem? Kökü sidreye, belki arşa kadar uzanan tuba ağacının dalları yukarıdan aşağıya doğru sarkarak tüm cennetlerin güzelliğini tamamlar. Yazıcıoğlu Muhammed “Tuba ağacı ol ağaçdur kim, neler çıkar neler altından…” diye bahsettiği eserinde uzun uzun anlatır ağacı.Ve Adem’in çetin imtihanı: “Ey Âdem, sen zevcenle birlikte, cennette yerleş de ikiniz de dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın…” Sonra şeytan onları aldattı (A’raf, 19-25) … Böyle başladı dünya ağacının hikayesi. Ve işte dünyaya gönderilecekleri önceden kararlaştırılan, dünyalı yapılan cennetliler, dünya ağacıyla da imtihana tabi tutulduktan sonra tekrar çeşit çeşit ağaçların altında, rengarenk yeşilliklerin ortasında, altından ırmaklar akan meskenlerinde Rabb’in sonsuz nimetlerine gark olmuş vaziyette kimi zaman dünyadaki hatıralarından da konuşacaklar. Cehennemlilerin şecer-i zakkumuyla, cehennem oduncularının da bu dünyayla bambaşka bir ilişkisi var elbette. Ancak zaten ateşlerle başımız yeterince dertteyken şimdilik cehenneme kadar gitmeyelim inşallah… Ağacı anlamlı kılan elbette içindeki can, o canı ona katan Sultan’dır. Nice öyle canlarla, canlara can katmasıdır. Canı çıkınca da ağaç yine ağaçtır ve şerefinden bir şey kaybetmez. Onun için Dedem Korkut şöyle seslenir: Ağaç! Ağaç! Dersem Üzülme Ağaç…Kabe ile Mekke’nin kapısı ağaç Musa Kelimin asası ağaçBüyük büyük suların köprüsü ağaçKara kara denizlerin gemisi ağaçŞah-ı merdan Ali’nin Düldülünün eyeri ağaçZülfikârın kını ile kabzası ağaç Ve böyle devam eder ağaca seslenişi, onu övüşü. Allah’ın sevgilisi yüce Resul’ün kıyamet koparken dahi ağaç dikmeyi tavsiye etmesinden daha iyi ne vurgulayabilir ki bizim için ağacın değerini. Ne var ki çevreye, ağaç nesline karşı duyarlılığımız da tıpkı yaratıcıya karşı, ailemize, vatanımıza karşı olan sorumluluklarımız gibi cılız, zavallı ve sorunlu. Seviyoruz deriz, sevmediğimizden bile habersiziz; biliyoruz deriz, bilmediğimizden dahi habersiziz. Bakın nasıl bilmediğimizi ve sevmediğimizi, sadece biliyormuş ve seviyormuş gibi yaptığımızı içinde yaşadığımız çevreden, ağacı odak noktası alarak anlatmaya çalışayım size. Zira eyleme dönüşmeyen, somutlaşmayan duygu ve düşüncelerin herhangi bir değeri yoktur. Onun içindir ki kısır döngü tekerrürleri girdabında dönüp durmaktayız. Tarih kitaplarını, özellikle büyük dünya tarihçisi Amasyalı Strabon’un Geographika adlı eserlerini karıştırırsanız, “atların yaşadıkları yer” anlamına gelen Kapadokya’da atlar için en uygun otlakların Erciyes civarı olduğunu anlarsınız. Sonra bu okumalara biraz daha devam ederseniz Kayseri ve çevresinin dünyanın en önemli kereste ticaret merkezlerinden biri olduğunu, Kayseri’den bir maymunun yere hiç inmeden Şam’a kadar gidebileceği bilgisini de öğrenirsiniz. Sonra Allah Allah! Dersiniz, şu işe bakın. Yaaa… Şu işe bakın! Ancak bizim için bu, tarihin asırlar öncesinin hatırasını yad etmekten öte bir şey ifade etmez. Oysa binlerce sene önce yanı başımızda öylece duran Erciyes hala durmaya devam etmekte, aynı kayalar, aynı kökler toprağın üzerinde ve altında var olmayı sürdürmektedirler. Değişen tek şey üzerinde, çevresinde yaşayan canlı varlıkların, özellikle de insanların nicelik ve niteliği, daha doğrusu niteliksizliği olmuştur. Nasıl mı? Kendilerinden önce atlarının karnını doyuran ulusun çocukları şimdi bu dağ çevresinde yılkılaşmış atları, sırf ekinlere zarar veriyor diye katlediyorlar. Daha neler neler… Bu içler acısı, dayanılmaz başka bir hikaye olduğu için şimdilik bu kadar söyleyeceğim. Ağaçlar, onlar için de çok önemli ve Evliya dağı üstlerinde, Sarı göl altlarında, Süt Donduran’da nasıl özgürce dolaştıklarına kaç kez şahit oldum. Günlük on saatlik yürüyüşleri göze alabilirseniz, hayvan otlatmanın daha az olduğu, insanların daha az uğradığı, bazı yasaklamalar da olduğu için Erciyes’in batı ve kuzey batı taraflarında ne muhteşem orman alanlarının oluştuğunu görebilirsiniz. Kayseri’ye bakan tepelerin yamaçlarında ve büyük derelerin kenarlarında da ormanlar oluşabilir elbette, ancak bu alanlardaki yaylalara gelen sürü sahipleri ve çobanların yıllar boyu verdiği tahribat ne yazık ki topraktan başını uzatan filizlerin fidanlaşması önünde en büyük engel. Hayvanların verdiği zarardan çok insanların verdiği zarar inanılmaz boyutta. Son otuz yıl boyunca Erciyes civarında yapılan gözlemler; buraların koruma altına alınması halinde yirmi yıl içinde çepeçevre orman olacağından, tıpkı masallar devrinde olduğu gibi her türlü hayvanın özgürce yaşayabileceği, hatta insanların şehrin bunaltıcı havasından nefes almak için sığınacağı, sadece sığınacağı değil, hayatın anlamını bizzat öğreneceği bir mahal olacağında asla kuşku olmayacağını müjdelemektedir. Ancak ne yazık ki sürü sahipleri Erciyes’e kontrolsüz gelmeye devam ettiği, orada yaptıkları tahribatın önü alınamadığı sürece buna imkan da yok. Zaten göstermelik ağaçlandırma faaliyetlerinin dışında neler olup bittiği kimsenin umurunda da değil. Zira her sene bilinçli olarak parça parça yakıldığı halde, koş ormancı, koş itfaiye dendiği halde ve yangınları söndürmek için pek çok çile ve masrafa katlanıldığı halde meğer bunların hiçbiri olmamış, ya da olmuşsa ne olmuş? Mesela diyelim ki şöyle oldu ve olmaya devam ediyor; siz ne düşünürdünüz doğrusu meraka değer: Dağda bir yangın gördünüz, yetkililere şikayet ettiniz; görevliler geldi yangını söndürdü. Bizzat siz de onlarla birlikte pek çok yangının söndürülmesine iştirak ettiniz; sayısız bitki ve canlının öldüğüne şahit oldunuz. Canınız yandı. Bir ay sonra yine oldu, aynı şeyler tekrar etti, sadece tabiat yanmadı yine canınız da yandı. Bu böyle olmamalı diye düşündünüz, ilgili kurumlara şikayet ettiniz. Bir kurum durumu inceledi ve size şu cevabı gönderdi: “Yanan ottur.” Ertesi sene aynı şeyler tekrar vukua geldi. Bu sefer dediniz ki bu böyle olmayacak, bir üst makama başvurarak duruma çözüm aramak lazım. Yakılan arazilerin fotoğraflarını da çekerek, halk tabiriyle, kendi kendinize gelin güvey olmaya çalıştınız. Üst makam da durumu incelemeye karar verdi. Kurumlar arası yazışmalar oldu. Görüşler alındı. Sanki Erciyes yaylalarını ve yamaçlarını yakmak önemli değilmiş gibi size bu sefer şöyle bir cevap verildi: “Erciyes’te hayvan otlatmak yasak değil.” Yangınların ardı kesilecek gibi görülmüyordu. Dahası da var. Yıllarca emek verdiğiniz, kayalıklarda oluşturduğunuz üç yüz meşe fidanı kül olduktan yıllar sonra yine aynı bölgede bu sefer kayaları fidanlara siper ederek bir ağaçlık oluşturdunuz. Yakındaki bir arazi sahibi, kendi mülkündeki otları yakmak için yangın çıkardı ve yangının da bu ağaçlara sıçrama tehlikesi oluştu. İtfaiyeyi aradınız, “Haberimiz var” diye bir cevap verdiler. Meğer memlekette izinli yangın çıkarılabiliyormuş. Erciyes’te her sene birkaç dekarı bulan yangınlar da izinli olmasın!Sonra bir kez daha denemek istediniz şansınızı; bir memurun arkadaşına şöyle söylediğini duydunuz: “Ya bu hoca her sene böyle bir dilekçe verir…” Sonra size dönerek, “Yanlış anlamayın hocam, siz doğrusunu yapıyorsunuz.” Peki yanlışı yapan kim? Ve yanlışlar ne zaman bizim yaşam biçimimiz olmaktan çıkacak? “Müslümanız elhamdülillah!..” Ne kadar boşaltmışız içini. Atalarımız gibi olmayı, dinimizin emrettiği gibi bir insan olmayı bir yana koyalım şimdilik… keşke “gavur” şaplonu altında tanıdığımız ecnebiler kadar olabilsek. İşte buraya uygun tek bir örnek. İskoçya’nın Edinburgh şehrinde bir arkadaşın bahçesindeyiz. Ağaçların hepsinin kökünde metal plakalar var. Meğer kimlikleriymiş: Kaç yaşında, kaç ana dalı var, vaziyeti ne… Ağaç sanki birden bir adam olup durdu karşımda. Kuru dalları gösterdim; testere getir de keselim bari şunları, bir iyiliğimiz olsun… Şaşkın şaşkın baktı… sonra… Olur mu hiç! Belediyeye haber vermem lazım. İlgililer gelecek, durumu inceleyecek ve onlar kesecekler, kütüğüne işleyecekler. … Daha ne söylenebilir ki! Şimdi “Yaş kesen, baş keser.” Sözünü düşünün kendi içinizde. Ümit edilir ki yüce değerlerimizden, kültürümüzden ne kadar kopuğuz, belki anlaşılır… Sonra ne mi olur? Belki karanlığa karşı bir mum da biz yakmaya kalkarız. İşte severseniz, bilirseniz, dert edinirseniz, sizin için her şey değerli olur; kurdun kaptığı koyundan, tilkinin yediği kurşundan, sahipsiz bırakılan dağlardan, ateşler içinde kalan kaplumbağalardan sorumlu hissedersiniz kendinizi. Sevmezseniz, bilmezseniz… Ba’de harabel Basra… Bu da kimin umurunda ki şimdi! “Bana ne şehre inen çakallardan!” Afiyet olursa şecer-i zakkumun meyvesi, olsun, ne diyelim…
Ekleme Tarihi: 02 Şubat 2015 - Pazartesi
PROF. DR. ALİ ÇAVUŞOĞLU

ÇEVRE VE KÜLTÜRE DAİR

AĞAÇ üzerine
İnsanoğlunun cennetle dünya arasındaki ilişkisinin düğüm noktalarından biridir ağaç. Ağaçsız bir cennet düşünülebilir mi? Elbette hayır. Ya ağaçsız bir cehennem? Kökü sidreye, belki arşa kadar uzanan tuba ağacının dalları yukarıdan aşağıya doğru sarkarak tüm cennetlerin güzelliğini tamamlar.
Yazıcıoğlu Muhammed “Tuba ağacı ol ağaçdur kim, neler çıkar neler altından…” diye bahsettiği eserinde uzun uzun anlatır ağacı.
Ve Adem’in çetin imtihanı: “Ey Âdem, sen zevcenle birlikte, cennette yerleş de ikiniz de dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın…” Sonra şeytan onları aldattı (A’raf, 19-25) … Böyle başladı dünya ağacının hikayesi.
Ve işte dünyaya gönderilecekleri önceden kararlaştırılan, dünyalı yapılan cennetliler, dünya ağacıyla da imtihana tabi tutulduktan sonra tekrar çeşit çeşit ağaçların altında, rengarenk yeşilliklerin ortasında, altından ırmaklar akan meskenlerinde Rabb’in sonsuz nimetlerine gark olmuş vaziyette kimi zaman dünyadaki hatıralarından da konuşacaklar.
Cehennemlilerin şecer-i zakkumuyla, cehennem oduncularının da bu dünyayla bambaşka bir ilişkisi var elbette. Ancak zaten ateşlerle başımız yeterince dertteyken şimdilik cehenneme kadar gitmeyelim inşallah…
Ağacı anlamlı kılan elbette içindeki can, o canı ona katan Sultan’dır. Nice öyle canlarla, canlara can katmasıdır. Canı çıkınca da ağaç yine ağaçtır ve şerefinden bir şey kaybetmez. Onun için Dedem Korkut şöyle seslenir:
Ağaç! Ağaç! Dersem Üzülme Ağaç…
Kabe ile Mekke’nin kapısı ağaç
Musa Kelimin asası ağaç
Büyük büyük suların köprüsü ağaç
Kara kara denizlerin gemisi ağaç
Şah-ı merdan Ali’nin Düldülünün eyeri ağaç
Zülfikârın kını ile kabzası ağaç

Ve böyle devam eder ağaca seslenişi, onu övüşü.

Allah’ın sevgilisi yüce Resul’ün kıyamet koparken dahi ağaç dikmeyi tavsiye etmesinden daha iyi ne vurgulayabilir ki bizim için ağacın değerini.
Ne var ki çevreye, ağaç nesline karşı duyarlılığımız da tıpkı yaratıcıya karşı, ailemize, vatanımıza karşı olan sorumluluklarımız gibi cılız, zavallı ve sorunlu. Seviyoruz deriz, sevmediğimizden bile habersiziz; biliyoruz deriz, bilmediğimizden dahi habersiziz. Bakın nasıl bilmediğimizi ve sevmediğimizi, sadece biliyormuş ve seviyormuş gibi yaptığımızı içinde yaşadığımız çevreden, ağacı odak noktası alarak anlatmaya çalışayım size. Zira eyleme dönüşmeyen, somutlaşmayan duygu ve düşüncelerin herhangi bir değeri yoktur. Onun içindir ki kısır döngü tekerrürleri girdabında dönüp durmaktayız.
Tarih kitaplarını, özellikle büyük dünya tarihçisi Amasyalı Strabon’un Geographika adlı eserlerini karıştırırsanız, “atların yaşadıkları yer” anlamına gelen Kapadokya’da atlar için en uygun otlakların Erciyes civarı olduğunu anlarsınız. Sonra bu okumalara biraz daha devam ederseniz Kayseri ve çevresinin dünyanın en önemli kereste ticaret merkezlerinden biri olduğunu, Kayseri’den bir maymunun yere hiç inmeden Şam’a kadar gidebileceği bilgisini de öğrenirsiniz. Sonra Allah Allah! Dersiniz, şu işe bakın. Yaaa… Şu işe bakın! Ancak bizim için bu, tarihin asırlar öncesinin hatırasını yad etmekten öte bir şey ifade etmez. Oysa binlerce sene önce yanı başımızda öylece duran Erciyes hala durmaya devam etmekte, aynı kayalar, aynı kökler toprağın üzerinde ve altında var olmayı sürdürmektedirler. Değişen tek şey üzerinde, çevresinde yaşayan canlı varlıkların, özellikle de insanların nicelik ve niteliği, daha doğrusu niteliksizliği olmuştur. Nasıl mı? Kendilerinden önce atlarının karnını doyuran ulusun çocukları şimdi bu dağ çevresinde yılkılaşmış atları, sırf ekinlere zarar veriyor diye katlediyorlar. Daha neler neler… Bu içler acısı, dayanılmaz başka bir hikaye olduğu için şimdilik bu kadar söyleyeceğim. Ağaçlar, onlar için de çok önemli ve Evliya dağı üstlerinde, Sarı göl altlarında, Süt Donduran’da nasıl özgürce dolaştıklarına kaç kez şahit oldum. Günlük on saatlik yürüyüşleri göze alabilirseniz, hayvan otlatmanın daha az olduğu, insanların daha az uğradığı, bazı yasaklamalar da olduğu için Erciyes’in batı ve kuzey batı taraflarında ne muhteşem orman alanlarının oluştuğunu görebilirsiniz.
Kayseri’ye bakan tepelerin yamaçlarında ve büyük derelerin kenarlarında da ormanlar oluşabilir elbette, ancak bu alanlardaki yaylalara gelen sürü sahipleri ve çobanların yıllar boyu verdiği tahribat ne yazık ki topraktan başını uzatan filizlerin fidanlaşması önünde en büyük engel. Hayvanların verdiği zarardan çok insanların verdiği zarar inanılmaz boyutta. Son otuz yıl boyunca Erciyes civarında yapılan gözlemler; buraların koruma altına alınması halinde yirmi yıl içinde çepeçevre orman olacağından, tıpkı masallar devrinde olduğu gibi her türlü hayvanın özgürce yaşayabileceği, hatta insanların şehrin bunaltıcı havasından nefes almak için sığınacağı, sadece sığınacağı değil, hayatın anlamını bizzat öğreneceği bir mahal olacağında asla kuşku olmayacağını müjdelemektedir. Ancak ne yazık ki sürü sahipleri Erciyes’e kontrolsüz gelmeye devam ettiği, orada yaptıkları tahribatın önü alınamadığı sürece buna imkan da yok. Zaten göstermelik ağaçlandırma faaliyetlerinin dışında neler olup bittiği kimsenin umurunda da değil. Zira her sene bilinçli olarak parça parça yakıldığı halde, koş ormancı, koş itfaiye dendiği halde ve yangınları söndürmek için pek çok çile ve masrafa katlanıldığı halde meğer bunların hiçbiri olmamış, ya da olmuşsa ne olmuş?
Mesela diyelim ki şöyle oldu ve olmaya devam ediyor; siz ne düşünürdünüz doğrusu meraka değer: Dağda bir yangın gördünüz, yetkililere şikayet ettiniz; görevliler geldi yangını söndürdü. Bizzat siz de onlarla birlikte pek çok yangının söndürülmesine iştirak ettiniz; sayısız bitki ve canlının öldüğüne şahit oldunuz. Canınız yandı. Bir ay sonra yine oldu, aynı şeyler tekrar etti, sadece tabiat yanmadı yine canınız da yandı. Bu böyle olmamalı diye düşündünüz, ilgili kurumlara şikayet ettiniz. Bir kurum durumu inceledi ve size şu cevabı gönderdi: “Yanan ottur.”
Ertesi sene aynı şeyler tekrar vukua geldi. Bu sefer dediniz ki bu böyle olmayacak, bir üst makama başvurarak duruma çözüm aramak lazım. Yakılan arazilerin fotoğraflarını da çekerek, halk tabiriyle, kendi kendinize gelin güvey olmaya çalıştınız. Üst makam da durumu incelemeye karar verdi. Kurumlar arası yazışmalar oldu. Görüşler alındı. Sanki Erciyes yaylalarını ve yamaçlarını yakmak önemli değilmiş gibi size bu sefer şöyle bir cevap verildi: “Erciyes’te hayvan otlatmak yasak değil.”
Yangınların ardı kesilecek gibi görülmüyordu. Dahası da var. Yıllarca emek verdiğiniz, kayalıklarda oluşturduğunuz üç yüz meşe fidanı kül olduktan yıllar sonra yine aynı bölgede bu sefer kayaları fidanlara siper ederek bir ağaçlık oluşturdunuz. Yakındaki bir arazi sahibi, kendi mülkündeki otları yakmak için yangın çıkardı ve yangının da bu ağaçlara sıçrama tehlikesi oluştu. İtfaiyeyi aradınız, “Haberimiz var” diye bir cevap verdiler. Meğer memlekette izinli yangın çıkarılabiliyormuş. Erciyes’te her sene birkaç dekarı bulan yangınlar da izinli olmasın!
Sonra bir kez daha denemek istediniz şansınızı; bir memurun arkadaşına şöyle söylediğini duydunuz: “Ya bu hoca her sene böyle bir dilekçe verir…” Sonra size dönerek, “Yanlış anlamayın hocam, siz doğrusunu yapıyorsunuz.” Peki yanlışı yapan kim? Ve yanlışlar ne zaman bizim yaşam biçimimiz olmaktan çıkacak? “Müslümanız elhamdülillah!..” Ne kadar boşaltmışız içini. Atalarımız gibi olmayı, dinimizin emrettiği gibi bir insan olmayı bir yana koyalım şimdilik… keşke “gavur” şaplonu altında tanıdığımız ecnebiler kadar olabilsek. İşte buraya uygun tek bir örnek. İskoçya’nın Edinburgh şehrinde bir arkadaşın bahçesindeyiz. Ağaçların hepsinin kökünde metal plakalar var. Meğer kimlikleriymiş: Kaç yaşında, kaç ana dalı var, vaziyeti ne… Ağaç sanki birden bir adam olup durdu karşımda. Kuru dalları gösterdim; testere getir de keselim bari şunları, bir iyiliğimiz olsun… Şaşkın şaşkın baktı… sonra… Olur mu hiç! Belediyeye haber vermem lazım. İlgililer gelecek, durumu inceleyecek ve onlar kesecekler, kütüğüne işleyecekler. …
Daha ne söylenebilir ki!
Şimdi “Yaş kesen, baş keser.” Sözünü düşünün kendi içinizde. Ümit edilir ki yüce değerlerimizden, kültürümüzden ne kadar kopuğuz, belki anlaşılır… Sonra ne mi olur? Belki karanlığa karşı bir mum da biz yakmaya kalkarız.
İşte severseniz, bilirseniz, dert edinirseniz, sizin için her şey değerli olur; kurdun kaptığı koyundan, tilkinin yediği kurşundan, sahipsiz bırakılan dağlardan, ateşler içinde kalan kaplumbağalardan sorumlu hissedersiniz kendinizi. Sevmezseniz, bilmezseniz… Ba’de harabel Basra… Bu da kimin umurunda ki şimdi! “Bana ne şehre inen çakallardan!” Afiyet olursa şecer-i zakkumun meyvesi, olsun, ne diyelim…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve hacilarhabergazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.