Bismillahi teâlâ Hamd Allah’a, salât ve selam O’nun muazzez Peygamberine, âline ve ashabına olsun.
Şairin dediği gibi: Emr-i bülendsin ey Ezan-ı Muhammedî
Kâfi değil sadâna Cihân-ı Muhammedî
Yahya Kemal Beyatlı
Gürül gürül okunan ezanlarımıza biraz daha kulak kesildiğimiz bu mübarek Ramazan günlerinde sizlere İslam tarihinden önemli bir kesit sunmak istiyorum. Bugün ki yazımda günde beş defa minarelerimizden çağlayanlar gibi okunan ezanın meşru kılınış aşamasını kısaca sizlere anlatmaya çalışacağım.
Ezan, Müslümanları namaza davet eden bir çağrı olmasının ötesinde, bütün insanlığa seslenen tekbir ve tehlilleri ile Allah’ın her şeyin Rabbi olduğunun, eşinin ve ortağının bulunmadığını bizlere hatırlatan ilâhî bir çağrıdır. Ezan İslam akidesinin özet bildirisi ve İslam medeniyetinin önemli bir unsurudur. Yüce yaratıcının tevhidini ilan, Müslümanların vahdetini vurgudur. Ezanın ortaya çıkışı aslında Mükerrem Şehir Mekke’de doğan ışığın, Nurlu Şehir Medine semalarında sese dönüşüp bütün zaman ve mekanları bir rahmet örtüsü ile örtme hikayesidir. Gelin birde ezanın ortaya çıkış safhasına bakalım.
Şehirlerin anası olan Mekke mahzundu. Tevhîd akidesinin yurdu şirk ve müşriklerin hakimiyeti altında idi. Peygamberimizin İslam’ı tebliğ etmeye başlamasından sonra müşriklerde eziyet ve işkenceye başlamışlardı. Sadece Rabbimiz Allah’tır dedikleri için Müslümanların başlarına gelmedik kalmadı. Artık saldırılar çekilmez olmuştu iki cihanın güneşi Efendimiz kendisine inananları da yanına alarak doğduğu ve çok sevdiği bu toprakları bırakıp gitmeyi düşünmeye başlamıştı.
Allah Rasûlü her yıl hac mevsiminde kurulan panayırlara gidip kendisine yardım edecek birilerini arıyordu ama kimseyi bulamıyordu. Çünkü müşrikler arkasından dolaşıp Rasûlullâh’ın aleyhinde konuşmalar yapıyorlardı. (İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 216-217)
Rasûlullâh tebliğ çalışmalarını ısrarla devam ettirmesi neticesinde nübüvvetin on birinci (620) yılında, o zamanlar Yesrib olarak anılan Medine’den gelen altı kişi Akabe denilen yerde Hz. Peygamber (s.) ile görüşmüş onu dinlemişler ve sonraki sene görüşmek üzere ayrılmışlardır. Bir sene sonra ise on iki kişi olarak geldiler ve Allah Rasûlüne biat ettiler. Hz. Peygamber Yesrib halkına İslâm’ı ve Kur’an’ı öğretmesi, orayı İslâm’ın merkezi olmaya elverişli hale getirmesi için Mus‘ab b. Umeyr’i Yesrib’e gönderdi. Böylece Akabe biatları ile atılan tohumlar meyve verdi ve Hz. Peygamber (s.) ile ashabı Yesrib’e davet edildi. (İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 217-223)
Böylece artık hicret başlamıştı. Yesrib “Peygamber Şehri” olmaya hazırdı. Kutlu insanlar o mübarek sahabeler mallarını, mülklerini her şeylerini, doğdukları büyüdükleri şehir olan Mekke’yi de arkalarında bırakıp sırf Allah’ın dini için feda etmişlerdi. Öyle ki “Ya Rabbi senin dinin için Kabe’de feda olsun” diyerek Beytullâh’ı arkalarında bırakıp hicret ediyorlardı.
Allah Rasûlünün teşrifi ile Yesrib artık “Medîne-i Münevvere” (Nurlanmış, aydınlanmış şehir) olmuştu.
Peygamberimiz (s.) Medine’ye teşrif eder etmez ilk işi bir mescit inşa etmek olmuştu. Kısa bir zamanda mescid inşa edilmişti. Orada hem ibadet hem de eğitim ve öğretim gibi birçok faaliyet yapılıyordu. Müslümanlar artık mutluydu. Dinlerini huzur içinde yaşıyorlardır. Peygamberimiz, ashabını cemaatle namaza teşvik ediyordu ama sahabeler namaz vaktini tam olarak kestiremiyorlardı. Bazıları geç kalıyor bazıları erken gelip bekliyordu. Nüfus arttıkça bu husus daha da büyük bir mesele haline gelmişti. (İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî, II, 62.)
Bu mühim mevzuyu Peygamberimiz ashabı ile istişare ediyordu. İnsanlar nasıl kolay şekilde namaza davet edilebilirdi? Bu sorunun cevabı aranıyordu. Sahabeler den bazıları eski dinlerdeki tecrübe ve edindikleri bilgilere göre çeşitli önerilerde bulunuyorlardı. Kimisi çan çalalım, kimisi boru üfleyelim diyordu. Hatta Mecusilerle özleşen ateş yakmayı bile teklif edenler olmuştu. (Buhârî, “Eẕân”, 119; Tirmizî, “Ṣalât”, 25)
Bunlar başka dinlerin uygulamaları olduğu için kabul görmedi. Hz. Peygamber üzgündü, mübarek insanlar sahabeler de ona bakarak üzülüyordu. Büyük bir arayış içinde bir çıkar yolu göstermesi için Allah’a ellerini ve yüreklerini açarak dua ediyorlardı. Hz. Ömer’in tavsiyesi üzerine sahabeden Hz. Bilâl, namaz vakti geldiğinde sokaklarda “es selatu, es selatu”(namaza namaza) veya “es selatu camiatün”(cemaatle namaza) diye bir müddet çağırıda bulundu. (Buhârî, “Eẕân”, 1; Müslim, “Ṣalât”, 1)
Ama bu hem zahmetli hem de tam manasıyla insanları toplayamıyordu. Peygamberimiz ashabıyla istişareyi yoğunlaştırmıştı. Bir teklifte namaz vakti mescidin damına bir bayrak çekilmesi yönünde geldi ancak Hz. Peygamber bunu da tasvip etmedi. Hz. Peygamber (s.) daha da üzgün ve düşünceli idi. O’nun bu hali sahabelerini de çok üzmüştü. İşte bu duruma çok üzülen sahabeler den biri olan Abdullah Bin Zeyd (r.a) mescitteki toplantıdan sonra üzgün ve gönül ızdırabı ile evine gitti. Mübarek sahabe yorgundu uykuya dalar gibi oldu. Rüyasında yeşil elbiseli birinin yanına geldiğini gördü, elinde bir çan vardı O’na: “elindeki çanı bana satarmısın” dedi O’da: ne yapacaksın? deyince Abdullah Bin Zeyd “insanları namaza çağrı için kullanacağım” dedi O kişi: “sana daha hayırlı bir şey tarif edeyim” dedi ve mescidin üzerine çıkarak yüksek sesle “Allahu ekber , Allahu ekber” diye başlayarak ezanın tamamını okudu. (İbn Mâce, “Eẕân”, 1; Nesâî, “Eẕân”, 1)
Hz. Abdullah (r.a) uykusundan uyanır uyanmaz yüreği kıpır kıpır olmuştu. Sabahı beklemeden Allah Rasûlünün yanına koştu ve gördüklerini anlattı. Allah Rasûlü de onu sakin ve dingin bir şekilde dinledikten sonra “Bu hak bir rüyadır inşaallah” buyurdu. Hz. Bilâl’e gördüklerini öğretmesini istedi. (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”,
3) Hz. Bilâl (r.a) yeryüzünün ilk ezanını okumak için kalktı ve gür sesiyle haykırdı “Allahu ekber, Allahu ekber”…adeta Medine semaları çınlıyordu. Ezan sesine uyananlardan birisi de Hz. Ömer (r.a) idi. Zira bu sözleri o gün rüyasında Hz. Ömer’de görmüş idi. Hayretle acele bir şekilde sokağa fırladı ve mescide vardı. Durumu Hz. Peygambere (s.) bildirince Hz. Peygamber Hz. Ömer’e “Allah a hamdolsun böylece iş sağlamlaştı” buyurdu. (Tirmizî, “Ṣalât”, 25)
Böylece hicretten on yedi ay kadar sonra Müslümanlar simge çağrısına kavuşmuş oldu. Artık günlerdir aradıkları kutsal çağrı tespit edilmişti. Allah, inanan kullarını yardımsız ve çaresiz bırakmamıştı. Hz. Bilâl (r.a) Medîne-i Münevvere müezzini olarak görevlendirilmişti. Mekke’nin fethinden sonrada Ebû Mahzûre Mekke’ye müezzin olarak tayin edilmişti. (Müsned, III, 408-409)
Hz. Bilâl (r.a) bir gün sabah namazı için Hz. Peygamberi (s) uyandırmaya vardığında O’nun hâlâ uyuduğunu haber alınca odasının önünde yüksek sesle “es salatü hayrun mine’n-nevm” (namaz uykudan daha hayırlıdır) diye seslenmişti. Bunu duyan Allah Rasûlü, bu sözün çok hoşuna gittiğini, bundan sonra sabah ezanlarına bunu eklemesini Hz. Bilâl’e söylemişti. (Buhârî, “Ṣalât”, 30)
Böylece Habeşli Hz. Bilâl (r.a)’in bu sözlere sabah ezanlarına eklenmiş oldu. Müslümanlar ezanı her haliyle, her kelimesi ve her vurgusuyla anlarlar ve kendi iç dünyalarında yaşarlar. Ezan sadece kulağa değil, gönüllere hitap eden bir çağrıdır. Mümin kimseler dünyanın neresinde olursa olsun bu çağrıyı duyar duymaz bunun ezan olduğunu, kurtuluşa ve namaza davet ettiğini anlarlar. Ezan, kutsala çağrı, kurtuluşa davet, namaz vaktinin ilanıdır.
Ezan, bizi diri ve bir tutmak için günde beş defa minarelerden çağlayanlar şeklinde yüreklerimize akan, bize kim olduğumuzu hatırlatan ve bize güç veren bir haykırıştır. Merhûm Mehmet Akif’in İstiklâl Marşımızda dediği gibi;
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
Rabbim göklerden bayrağımızı indirtmesin, minarelerden ezanımızı susturtmasın duası ile.
ŞÜKRÜ SELİM AVCI